Baba ve Toplum İlişkisi Üzerine

Topluluk nedir? Ya da kökenine dair bir soru soralım: Toplum nedir? Kavramsal bir tartışmaya girmekten kaçıyorum. Bu sebeple bu tartışmayı bir film üzerinden yapacağız. Aranızda muhakkak Öğretmen Kemal (1981) filmini izlemiş olanınız vardır. Filmi izlememiş olanlar için ufak bir özet geçeyim:

38 yılında Anadolu’nun ücra köşesine bir öğretmen tayin edilir. Bu öğretmen eski bir asker olmakla birlikte Atatürk’ün öğrencisidir. Şimdilik bu karakteri taşraya gelen bir yabancı olarak duyun istiyorum. Bu taşra ya da bu taşrada yaşayan topluluk tıpkı tahmin ettiğiniz gibi feodal bir biçimde yönetilmektedir. Köyün sahibi ağadır. Hatta köyün kenarında bulunan göl de ağanın şahsi toprağıdır. Bu göl bir nevi totemdir. Topluluk bu gölden balık tutup yemez sadece ağa yılın belli dönemlerinde dostlarıyla balık avlayabilir.

Taşranın dini bir temsilcisi vardır. Bir hoca. Muska yazar, dua okur ve aynı zamanda kaçak tütün satar. Ayrıca ağa topluluktan uzak bir yerdeyse onun dili ve sözü olur. Bir de bu hocanın babası tarafından kutsal ilan edilen bir ağaç vardır: Çaput bağlanır, dua edilir. Bu ağaca daha sonra döneceğiz. Köyde ağadan, dini temsilciden sonra geriye kalanlar yani topluluğun diğer üyeleri mevcuttur. Çoğunluk kısmı elbette bu insanlar oluşturur.

Muallim yani öğretmen bir suçluymuş gibi karşılanır. İstenmez hatta hor görülür. Öğretmen bir şekilde taşrada kalır, insanları okul yapmak için örgütler ancak destek görmez. Daha sonra bir kahramanlık yapar, taşralılar ona yardım eder ve okul tamamlanır. Ancak tam bu süreçte ağa köye döner ve bizim öğretmeni topluluğa öldürtür. Özetle film böyledir. Ancak diğer yandan bir de söylem üzerinden ilerleyen bir savaş vardır. Öğretmen bir eşkıyanın hayatını kurtarır, eşkıyaya, hayatın anlamına dair bir şeyler anlatır ancak eşkıya tüm bunlara kulak asmayıp yalnızca gülmektedir. Lakin bir söylem eşkıyaya dokunur, eşkıya silahını bırakıp kolluk kuvvetlerine teslim olmaya gider. Yoldayken sevdiği kadınla karşılaşır ve öğretmenin dertte olduğunu öğrenir. Köye geldiğinde hadiseyi görür tekrar silahı eline alır ve bu hadiseden sorumlu olanları öldürür. Bu eylemi gerçekleştirmesinin sebebi öğretmenin durmak bilmeyen gayesidir. Çünkü öğretmenin arzusunda bulduğu şey anlamdır. Şöyle ki, inanç alanı olarak bu filmde üç köşe vardır: İlki ağa, ikincisi öğretmen (arka planında cumhuriyet, Atatürk) ve son olarak eşkıya.

Bu tabloda gördüğünüz her şey bizlere absürt gelebilir keza bizler bu sürünün dışında kalanlarız ama unutmamalıyız ki bu topluluğun da kendi içinde bir yasası var: Yasayı koyan bir baba, onun asayişinden sorumlu hoca ve yasanın muhatabı insanlar.

Saat gibi işleyen bu sistem yüzyıllar devam etmiştir hatta bugünün medeniyeti dediğimiz Avrupa da bir süre bu sistemle yönetilmiştir. Peki günümüzde böyle bir mekanizma yok mu? Elbette var: Tarikatlar, mistik bir öğretinin etrafında toplananlar, politik oluşumlar vs. Hatta bazı ülkelerde kimi tarikatlar iç işlerinde serbest. Kimileri silahlanıyor kimileri ise kitlesel hareket edebiliyor. Bir örnek vermek istiyorum: Jonestown Tarikatı (2019)’nı biliyorsunuzdur. Toplu bir şekilde intihar ettiler. 900’den fazla insan öldü ve tarikatın lideri Jim Jones da intihar etti.

İsmail Saymaz’ın Şehvetiye Tarikatı (2022) kitabından başka bir örnek ise: Badeci Şeyh. İnternette arama yaparak kolaylıkla bulabilirsiniz. Badeleme ve tabii olmak diye isimlendirdiği özel bir rutini var: Badeleme oral seks, tabii olmak ise anal yoluyla ilişkiye girmek. Sır Odası diye adlandırdıkları bir odada gerçekleşen bu ritüel size cennete gitme fırsatı veriyordu. Jim Jones ise toplu intiharla bunu vaat etmişti. Vaat edilen şey hepsinde cennete erişmek mi? Hayır. Kimisi ise doğu mistisizmini kendisine öğreti alarak farklı bir şeyi amaçlıyor. Ama hepsinin neredeyse ortak yönü bir baba figürü etrafında toplanmaları. Yasayı koyan ve bunu uygulatan bir baba. Elbette burada biyolojik bir babadan söz etmiyoruz. Sembolik bir babayı bahis alıyoruz. Bu babanın bildiği bir şey var: Aslında müritlerin bildiğini varsaydığı bir şey. Hakikatin kendisi. Onda olduklarına inanıyorlar. Bunu neye dayanarak mı söylüyorum? bir zamanlar hayran olduğumuz partnerlerimizi, hocalarımızı ya da sanatçıları düşünelim, zamanla bu yanılsamanın nasıl ortadan kalktığını… Üstüne üstün bu insanlar bize kutsal bir amaç vaat etmiyorlardı. Bizler sadece onların bir şey bildiğini varsayıyor ve onlara benziyorduk: Özdeşiyorduk.

Bu sembolik babalar: Bu bahsi geçen klan liderlerinin ihtiyaç duydukları bir şey de başka bir sembolik baba. Nasıl mı? Bir yabancı bir gün bir taşraya gidiyor, taşraya uzak ama bir yandan da erişimi kolay olan bir bölge seçiyor ve burada zati muhterem bir evliyanın yattığını söylüyor. O evliyanın rüya yoluyla ona göründüğünü ve bir kabir istediğini köylüye bildiriyor. Yüzyıllardır kimseye rahatsızlık vermeyen bu sözde evliya, eğer kabir yapılmazsa felaketler getireceğini söylüyor ve köylünün elinde avucunda ne varsa toplanılıp bir kabir yapılıyor, yanına ise bir lojman. Sonra bu lojman büyütülüyor ve dernekvari bir yapıya bürünüyor. İlk başta yatır olduğunu söyleyen şahıs kutsal bir amacı olduğunu dile getirip kendisinin de kutsal olduğunu söylüyor ve köylü tarafından hürmet görmeye başlıyor. Hatta bu şahıs namaz kılmıyor, merak edenlere ise müritleri şöyle yanıt veriyor: “O namazını Kabe’de kılar”. Bu tarz mitlerde bir ötekinin ona vuku bulduğunu ona vazife bahşetme, el verme gibi durumların sık olduğunu görüyoruz (Saymaz, 2022). Bir şekilde müritlerle kurulan bağ, kan bağından ya da modern anlamda aile bağlarından daha kuvvetli. Bunu ben değil Frazer söylüyor. Totem ve Tabu (2020)’da Freud bu pasajı bölümün sonlarına doğru alıntılıyor çünkü pasajın başında Avusturalya kabilelerinde eksik olan tüm dini ve sosyal kurumların yerini totemciliğin aldığı düşüncesini dile getiriyor. Freud’un bu savı az evvel aktardığım filme de uygun. Devlet o taşraya erişemediği için (eğitim, demokrasi anlamında) bir nevi totemcilik söz konusu. Kutsal bir baba, çaput bağlanan ağaç ya da kutsal baba haricinde erişimi olmayan bir göl vs.

Peki bu kutsal olanın ihlalinde neler oluyor? Freud (2020)’un burada “kendiliğinden devreye giren bir cezaya maruz kalma” olarak nitelendirdiği durum söz konusu. Mesela: Kabile üyeleri yerde bir çakmak buluyor, çakmağın kime ait olduğunu bilmeden bu çakmağı kullanıyorlar. Daha sonra çakmağın sahibinin şef olduğu ortaya çıkınca bu üyeler bir şekilde ölüyor. Şimdi bu duruma nasıl bir izah getirebiliriz? Ya da getirmeli miyiz? Zira biz burada bugün bunun yanlışlanabilir olduğuna dair bir tartışma yürütmeyeceğiz.Çünkü Freud’un bu çalışmayı yürütme amacı şöyledir: İnsanların etnik gruplara ayrılışını, bu grupların kökenini, oluşumun yeni etnolojinin her alanına bakılmasının sebeplerinden biri de “ilksel halkların psikolojisi” ile psikanalizden bildiğimiz nevrotiklerin psikolojisinin karşılaştırılması ve ikisinin pek çok ortak özelliğini ortaya koyup ve de bu iki alan hakkında bildiklerimizi başka bir gözle görmemizi sağlayacak olması.

Bu ölen kişiler artık mitin bir parçasıdır. Bir zamanlar gerçekleşen bazı olaylar gelecek toplumlara bir mesajdır. Trajedileri bilirsiniz: Tanrılar, başlangıçta gelecekten haber verir. Mesela Ödip: Babanı öldürüp, annenle birlikte olacaksın. Biz okuyucu olarak bunu biliyoruz ama Ödip de biliyor. Çünkü bu onun kaderi. Pasolin (1967) bu miti yorumlayıp kendinden bir sahne koyuyor.Yol ayrımlarında Ödip gözlerini bağlıyor ve kendi etrafında dönmeye başlıyor, diyor ki “… gideceğim yol benim tercihim olmayacak”. Ama bildiğini bilmiyor ki kaderini yaşamaya gidecek. İşte tam olarak şefin çakmağını kullanıp ölen kişiler sonraki nesillere mesajdır. Klinikte bununla nasıl karşılaşırız? Bilinçdışı suçlulukla. Freud, bu arkaik ilişkiyi alıyor ve günümüz toplulukları üzerinde nasıl tezahür ettiğini dile getiriyor.

Ayrıca bu topluluklar, tabi oldukları yasaklar, kısıtlamalar hakkında bir neden yürütmezler ya da yürütüyor olsalar da emin oldukları şey: Böylesine bir soruşturmanın muhakkak bir cezası vardır.  Bu size yapay gelebilir ancak bu durum onlar için oldukça doğal ve olağandır. Peki günümüz topluluklarında nasıl bir ceza söz konusudur? Ölüm, hastalık ya da ailenden birisiyle sınanıyor olmanız vs. Hiçbir şey olmazsa ölümden sonraki hayatınızın tehdit altında olması. Tabii bunların yanında bir de bilinçdışı bir suçluluk söz konusu. Belki de tam olarak burada bunu biraz açmamız gerekiyor.

Bir çocuk düşünün, vahiy bir dinin öğretileri üzerine kurulmuş bir toplumda yaşıyor olsun. Bu öğretinin belli bir yasakları var. Bir şekilde bu yasakları çiğnesin; mesela yalan söylesin. Hatta bir başkasının yalanını biliyor olsun. Bunu belki de hepimiz yaşadık. Yalan söylemek aynı zamanda etik bir durumdur değil mi? Bizler şu an yalanın niteliğini, boyutunu ya da neyi nasıl etkilediğini düşünüyoruz. Ancak çocuğun yalnızca bir itirafa ihtiyacı var. Söylemek istiyor, bu sırrı paylaşmak istiyor. Tabii bu bir yandan da sır değil. Çünkü paylaşılabilir olduğunu düşünüyor. Aradan bir süre geçiyor bunu birilerine itiraf ediyor ya da etmiyor. Ama artık bu çileyi biliyor. Bu kişi yetişkinliğinde “yalan” konusunda çok hassas olabilir. Bir başkasının yalanını affetmemek gibi ya da yalana tahammül edememek gibi. Belki de çok evvelinde yaşanan bu hadiseyi anımsamıyor ancak “yalan” konusunda aşırı bir hassasiyet gösteriyor. Şimdi bu durumu büyütelim, cennet/cehennem gibi bir öğretiyle büyüyorsunuz ve bir gün bir adam kendisinden emin bir şekilde; sizin günahkâr olduğunuzu söylüyor. Gülebilirsiniz, kızabilirsiniz ya da orayı terk edebilirsiniz ama size bulaşan şey yani bu düşünce bir şekilde zihninizde dönmeye başlar. Ötekinin söylediği bir şey yüzünden değil çocukluğunuzdan bu yana işittiklerinizden dolayı. Bir yargı ve hemen ardından kendinden emin bir söylem. Etkili olur değil mi?

Size filmden bir sahne anlatmak istiyorum, taşrada çocuklar ateşler içinde yatıyor. Hoca dua edip muska yazıyor lakin hiçbir çocuk iyileşmiyor hatta birkaçı ölüyor. Hoca bunun sebebi olarak öğretmeni suçluyor. Öğretmen ise hasta olan çocukları yıkayıp ilaç veriyor. Bu arada topluluk sürekli söyleniyor: “Eğer çocuğum ölürse seni öldürürüm”. “Senin yüzünden hastalandı” gibi. Ama çocuklar gün batmadan iyileşiyor. Topluluk, öğretmene kucak açıyor ama bir süreliğine keza ağanın söylemi daha baskın gelecek ve çocuklarını kurtaran o öğretmeni linç edecekler.

Size Badeci Şeyh (Saymaz, 2022)’den bahsetmiştim. Kendisi yargılandı hatta yargı sürecinde mahkeme bir süre tanık bulamadı. Hatta ve hatta bırakın tanıklığı şikâyet eden kimse de yoktu. Ama bir şekilde birileri şikayetçi oldu ve uzun bir süre hapis cezası aldı. Peki ne oldu? Müritleri inanmayı bıraktı mı? Hayır, onu hapishanede ziyaret etmeye devam ettiler. Bağlılık bu denli güçlüdür. Tıpkı çocuklarını kurtaran adamı bir süre sonra inançlarından dolayı öldürenler gibi.

Öyleyse, sembolik baba ve müritleri arasındaki ilişki içsel değil midir? Kendi içlerinde emindirler. Freud buraya parantez açacak “vicdan” diye. Hatta bu içsel eminliği obsesyon kliniğinden örneklendiriyor: …yasağın çiğnenmesinin çevrelerindeki bir kişiye zarar vereceğine dair emin bir his içinde olmaları. Bu ilişkinin devamlılığın kökeninde korkuyu da aramamız gerekir. “Bana değil de ya sevdiklerime bir şey olursa” korkusu (Freud, 2020).

Düşünelim, bazı topluluklarda insanlar inancın içine doğuyor ve bu kadermiş gibi yaşıyorlar. Ancak günümüzde durum biraz farklı. Bunun bir tercih olabileceğini düşünebiliyoruz; ama bir yandan tercih olabileceği düşüncesi de yanıltıcı olabiliyor. Söylemi biraz genişletelim: Teknoloji çağındayız, yalnızlık yaygınlaştı, akraba ilişkileri zayıfladı; artık insanlar komşularını tanımıyor vs. Böyle bir durumun içindeyken elbette bir şeyler ararız; ancak bulduğumuz şey bazen “her şeyimizmiş” gibi hissettirebilir. Tabi bunun yanlış olduğunu anlamak bazen çok uzun sürer. Her sorunuza yanıt veren birisini düşünün ve verdiği her yanıt tümüyle sizi tatmin ediyorsa bir süre sonra soru sormayı bırakıp, sadece onu dinlersiniz çünkü yanıtların tümü ondadır.

Bir efendinin, hocanın, ağanın, ustanın etrafında olmak, onun etrafındaki bir ağın parçası olmak, düşüncesini benimseyen insanlarla hareket ediyor olmak muhakkak iyi hissettirir. Ama bir gün bu oluşum, bir üretime dönecek ve bu besin zincirinin başındaki efendiyi öldürmek isteyecekler. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur, ilksel efendiyi severler daha sonra öldürmek isterler. Mesela Adnan Oktar, yargılanma sürecinde sürekli tanıklar çıkıyordu, bunlar yanındaki erkekler, kadınlar ve dostlarıydı. Sürekli onunla alakalı bir şeyler anlatıp “Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil!” diye ifade verdiler. Peki neden şimdi? Neden 5 yıl önce değil, neden 10 yıl önce değil de o gün orada yani mahkemede? Belki de korkuyorlardı ya da efendi olmak istiyorlardı, bilmiyoruz.

Öğretmen Kemal’e dönüş yapalım. Meşhur ağaç sahnesini anımsarsınız, “Yıkıl çağların gerisindeki karanlık düşünce…” Ve baltayla yıkar da. Hatta bu totemi alır okulun bir parçası yapar. Kendi benimsediği bir yasanın parçası. Bugün içinde bulunduğumuz geleneklerin kökenine dair birçok tartışmaya girişelim. Mesela sünnet olmak gibi. Sünnet yalnızca İslam’a has bir gelenek değildir, hatta İslam bunu sonradan benimsemiştir. Bunu açmamız gerekiyor:

Rab, İbrahim’le konuşur, ona iki kavmi helak edeceğini söyler, o da “Eğer inanan birilerini bulursam bağışlar mısın?” diye sorar ve ondan müddet ister. Buraları hızlı geçeceğiz, her iki kavim helak edilir. Daha sonra Rab, İbrahim ve kavminden ona iman etmelerini ister ancak İbrahim çekimserdir, keza helak olan iki kavmi anımsar. İbrahim, bildiğimiz güvenceyi yani bir teminat ister, daha doğrusu bir söz ister. Rab bu teklifi kabul eder ve bir daha hiçbir kavmi helak etmeyeceğini dile getirir. Ancak bu anlaşmayı anımsattırmak için İbrahim’in ve kavminin sünnet olmasını talep eder (Kutsal Kitap, 2018). Alyans ile anlam olarak aynı kökeni paylaşır. İttifak, bağdaşmak vs. Bugün İslam için sünnetin karşılığı da hemen hemen budur.

Bir nesneyi alır sembolik olarak bir takasa sokarız. Partnerler birbirlerine dair bir sadakat anlaşması yaparlar ve bunu anımsatsınlar diye yüzük takarlar. Hatta yüzüğün hangi parmağa takılacağını bilebilirler. Burada ikili ilişkiden ziyade toplumsal bir ilişki vardır. Hani sık duyarız ya, en azından söz kesilsin vs.  Yani bir nesnenin sembolik anlamı bazen çok ağır olabilir. Hristiyanlık da sünnet yoktur keza orada kalp sünnetlidir. Aslında oradaki sembolik anlayışı biraz daha içseldir: Son akşam yemeğinde yenilen ekmek ve şarap gibi. Ekmek İsa’nın etini, şarapsa onun kanını temsil eder.

Peki gerçek ne olacak? yani reeli nereye yerleştireceğiz? Her şey sembolikte dönüyorken ve bizler bu semboliği imgesel boyutlara indirgeyip yaşıyorken tam olarak gerçek nerede? Aklıma ölüm geliyor. Bahsettiğimiz tüm ilişkilerde ölüm mefhumu kilit bir işlev görüyor. Ölüm, insan mitinin en gizemli sorusudur. Ben terapistim, yetişkinlerle çalıştığım gibi çocuklarla da çalışıyorum. Sizce bir çocuk ölümü nasıl tasvirler? Çoğunlukla ötekinin söylemine göre. Bir zamanlar bir okulda bulunmuş ve oradaki çocuklarla vakit geçirme şansı elde etmiştim. Oynadıkları oyunları, birbirileriyle kurdukları iletişimleri gözlemlemiş; onlarla kısmı de olsa sohbet etmiştim. Bir şekilde ölmek, öldürmek, ölüm gibi cevabını bulamadıkları sorularla meşgullerdi. Aslında bu soru hep vardı ancak o dönemlerde popüler olan bir diziyle birlikte artık bunu konuşabiliyor ve bunu oyunun bir parçası haline getirebiliyorlardı. Örneğin ebeleme oynuyorlar ancak ebelenirseniz ölüyordunuz. Bir gün onlarla “varlık” üzerine konuşma şansı yakaladım.

Onlara varlık sorusunu yanıtlamaktan ziyade bu soruyu sormanın nasıl mümkün olabileceği üzerine bir tartışmaya girdim. Bir nevi orada gözlemciydim, tabii ki söyleyeceğim her şey manipüle edebilir hatta varlığım bile bir aktarım yaratıp benim söylemimle özdeşmelerini sağlayabilirdi. Olabildiğince kısa sorular sorup birbirlerinin yanıtlarını dinlemelerini sağladım. Onlara sorduğum bir soru bizim konumuz açısından kıymetli: Neye varlık deriz ve neye varlık diyemeyiz? Sözü ilk alan kişi bir şekilde konuyu ölüme getirdi. Kısmi de olsa din kültür dersi aldıkları için cennet/cehennem gibi kavramlara hakimlerdi ancak o halde neden dünyada yaşıyoruz gibi iştah açan bir tartışma konusunu anlayamıyorlardı. Tıkanıyorlardı. Aralarından birisi gömüldükleri için toprak olmaktan bahsetti. Yani başka bir varlığa evrilmekten. Tabii ki evrilmek gibi kelimeler kullanmıyor sadece “ya toprak olarak kalırsak?” gibi savını ortaya atıyorlardı. Yine de bu düşünce, sınıfın çoğunluğunu cennet/cehennem düşüncesinden başka bir alternatife itemedi. Peki bunun etkisi neydi? Kısmı de olsa aldıkları din kültür dersi mi, aile mi ya da bu yanıtın anlamlı oluşu mu? Bilmiyoruz. Ne söylersek söyleyeyim başka bir tartışmanın içine itiyoruz kendimizi.

Çocukların ölüme dair düşünceleri çok kısıtlıydı keza oynadıkları oyunda eğer birisi ölürse teneffüs zili çalana kadar hareket etmemeleri söyleniyordu, hareket etmemeleri. Bakın bir ölü gibi. Bu onlara kaygı vermiyordu çünkü bu yalnızca oyundu. Ama başka sınıflarda yakınları ölen çocuklar vardı, onların ölümle olan ilişkisini maalesef inceleyemedim, mesela onlar bu oyunu oynayabiliyorlar mı? Tabii o gün orada yaptığım hiçbir şey klinik bir ortama evrensel sağaltım için değil. Keza her semptomun ortaya çıkışı her zaman farklıdır.

Size bunları anlatıyorum çünkü üstüne pek düşmediğimiz bir düşünce daha var. Acaba bugün tarikatlara, topluluklara katılan; hatta katılmakla kalmayıp birlikte eyleme geçen insanların arzusu kitlesel değil de bireysel olabilir mi? Sonuçta mitten bir baba yaratmak ve onu mite çevirmek çok kolaydır. Zor olan onu öldürebilmektir. Öldüremediği için bu yaraya dönüşür, bizler bu yarayı Hamlet ve Karamazov Kardeşler’de görürüz. Kafka’nın “Baba’ya Mektuplar” adlı eseri vardır. Suçlanan bir babayı nasıl öldüremediğini anlatır. Mektupları okuduysanız orada zulmeden bir baba görürsünüz ancak Kafka’nın arkadaşına gönderdiği son mektupta bir nüans var, çok incedir. Der ki: Bira içiyorum ama hala babam ve arkadaşlarının içtiği gibi içemiyorum. Onların masasına oturup içebilecek kadar içemiyorum (Kafka, 2020). Tüm bunları yazarken hastadır, öleceğini biliyordur ama hala bu kaygıyı sürdürür.

Son olarak, basit bir denklem kuralım: İlksel insanlarda kutsal olanı yani bitkiyi, nesneyi ya da hayvanı yemeyi reddetme, kendisini yememektir. Yani yerse kendisini yemiş olacaktır. O halde kutsal olana yüz çevirme bir nevi kendisine yüz çevirme değil midir? İşte özdeşleşme budur. Bugün, herhangi bir kitapçıda çok satılanlara göz atarsanız bulabileceğiniz başlıklar şöyledir: Kendinle yüzleş, kendin ol, kendin başarabilirsin, aradığın güç kendinde vs. Bu satar, satılacak maldır. Bildiği varsayılan efendi size bunu vaat eder çünkü söylemi çoktan sizin “kendim” dediğiniz şeyin içine sızmıştır.

Kaynakça

  • Freud, S. (2020). Totem ve Tabu. (Z. Yılmazer, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Jöntürk, R. (Yöneten). (1981). Öğretmen Kemal [Sinema Filmi].
  • Kafka, F. (2020). Ottla’ya ve Aileye Mektuplar. (R. Minareci, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
  • Kutsal Kitap. (2008). İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları.
  • Pasolini, P. (Yöneten). (1967). Edipo Re [Sinema Filmi].
  • Saymaz, İ. (2022). Şehvetiye Tarikatı. İstanbul: İletişim Yayınları
  • Wikipedia contributors. (2019, Mayıs 25). Jonestown. Vikipedi. https://en.wikipedia.org/wiki/Jonestown

Yorum Yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir